Sevdiğim bir yazar olan Jonathan Safran Foer'le ortak bir yanımız varmış: ikimiz de vejeteryanlığı denemişiz ama etin lezzetine yenik düşmüşüz her seferinde.
Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek isimli kitabında insanların yeme alışkanlıklarını, neden ve nasıl et yediğimizi, yediğimiz etlerin nereden geldiğini ayrıntılı bir şekilde araştırmış. Araştırmasını Amerika'da yapmış haliyle ancak dünyanın diğer bölgelerinde durumun daha iyi olduğunu düşünmüyorum açıkçası.
Bugüne kadar tanıştığım çoğu vejeteryana neden et yememeyi tercih ettiklerini sorduğumda "hayvanların öldürülmesine karşıyım" cevabını aldım. Ben de hayvanların öldürülmesinden yana değilim, ancak doğada güçlü hayvanların güçsüzleri yediğini düşününce bu yeterli bir neden gibi gelmiyor. Bunun yanı sıra, eğer karşı oldukları "yaşayan bir varlığın canını almak" ise o da aklıma yatmıyor çünkü bitkilerin de canı var. Foer kitabında tüm bunlara değinmenin yanı sıra bazı ülkelerde köpeklerin dahi yendiğine, hatta insan etinin bile yemeklere farklı tatlar katabildiğine de değiniyor. Hiç birimizin evimizdeki hayvanları veya sokaktaki kedi-köpekleri yemeyi aklımızın ucundan bile geçirmeyeceğinden ancak tanımadığımız, bilmediğimiz hayvanları rahatlıkla yiyebildiğimizden bahsediyor.
Sinai hayvancılık, hayvanlara olduğu kadar insanlara ve doğaya da büyük zarar veren bir faaliyetmiş, bunu öğrendim. En sevdiğim et olan beyaz etten özellikle tiksindim; hayvanlar hemen büyüyerek kesilecek kıvama gelsin diye onlara kimyasal dolu yemler yediren, kışın yaz, yazın kış sansınlar diye doğal ortamlarını bozan, gagalarını kesen ve hepsini dipdibe dizen kişi ve kurumlardan tiksindim. Kitaptaki bilgiler bilmediğim veya tahmin etmeyeceğim bilgiler değildi ancak hepsini bir arada, bu işi yapanların görüşleriyle birlikte görünce ciddiyetini daha iyi anladığım kesin.
Sinaı hayvancılık, küresel ısınmaya dünyadaki tüm taşımacılık faaliyetlerinin toplamından %40 daha fazla etki eder ve iklim değişikliğinin bir numaralı nedenidir.
Hepimiz biliyoruz ki, gezegenimizi tehdit eden en önemli problemlerden biri iklim değişikliği. Ayrıca şunu da bilmeliyiz ki, doğal kaynaklarımızı koruyup, sürdürülebilirliği sağlayamadığımız sürece dünyanın doğal kaynakları en fazla 50 yıl içinde tükenecek. Burada, Foer'in de yaptığı gibi sürdürülebilirliğin anlamını da incelemek lazım. Daha iyi şartlar altında yaşamamız için ihtiyacımız olan sürdürülebilirlik "insanlara yedirecek tavukları hızlı bir şekilde yetiştirmeyi keşfettik; her zaman yiyecek tavuk olacak" değil. İhtiyacımız olan sürdürülebilirlik, "var olanı koruyoruz ve dünyayı yok etmiyoruz".
Hayvan Yemek'te yazarın da belirttiği gibi işini "iyi" yapan çiftçiler de var. Bunlar, hayvanları mümkün olduğunca doğal ortamda, doğal besinlerle, işkence çekmeden yetiştiren ve kesen çiftçiler. Ancak sayıları oldukça az ve her geçen gün büyük kurumlar karşısında daha da güçsüzleşiyorlar. Yetiştirme şekillerinden dolayı ürün elde etmeleri çok daha uzun sürüyor her şeyden önce ve sundukları ürünler daha pahalı oluyor. Haliyle tüketicilerin çoğunluğu pek çok üründe olduğu gibi et ürünlerinde de daha ucuz markaları tercih ettikleri için sinai hayvancılık büyüdükçe büyüyor, güçleniyor.
Ben artık anormal, aşırı mecburi bir durum olmadığı sürece et yememeye karar verdim. Yiyen insanları da kınayacak değilim tabii ki, kısa süre öncesine kadar ben de köfteleri, iskenderleri, hatta domuz ürünlerini dahi hapır hupur götürüyordum. Hele ki önüme balık konduğunda anında silip süpürüyordum. Ancak bundan sonra yapabileceğimi sanmıyorum. Siren Yayınları'nın dilimize kazandırdığı bu kitabı herkesin okuması gerektiğine inanıyorum; sonrasında et yemeye devam etseniz bile tercihlerinizi daha bilinçli bir şekilde yapmaya çalışacağınızdan eminim.
Cok aydinlatici bir yazi olmus canim, kitabi okunacaklar listeme ekledim.
ReplyDelete